4 Ekim 2012 Perşembe

Aklı tatile çıkartmak

METİN MÜNİR

Çocuklarınız ne kadar stres altında? Okulda başarılı olmaları için onlara ne kadar baskı uyguluyorsunuz? Stres emareleri gösteriyorlar mı?

Bu konuda ülkemizde yapılmış herhangi bir araştırma var mı bilmiyorum. Sanmam. Ama, 2003 yılında, merkezi Kaliforniya’nın Palo Alto kentinde bulunan Çocuk Sağlığı İçin Lucile Packard Vakfı’nın yaptığı bir araştırmada, bazı ipuçları bulabiliriz.

Vakıf, yaşları 9 ila 13 arasında değişen çocukların anne babalarına şu soruyu sordu: Çocuklarınızın gereğinden fazla stres altında olduğuna dair endişeli misiniz?

Ebeveynlerin yüzde kırka yakını “evet” cevabını verdi.

ABD gibi, çocukların bize nazaran serbest olduğu bir ülkede ve Palo Alto gibi nispeten liberal ve zengin bir şehirde oran bu kadar yüksek ise bizde çok daha büyük olmalı.

Scientific American tarafından yayımlanan Mind (Akıl) dergisinin değerlendirmesi şöyle:
“Çocuklar, her konuda yaşıtlarından daha başarılı olmak için baskı altında. Kendilerinin, ebeveynlerinin ve öğretmenlerinin koyduğu hedeflere ulaşamama ve beklentilere cevap vermeme korkusunun gölgesi altında yaşıyor.”

Sadece büyükler değil, çocuklar da zaman zaman prizi fişten çekme, ara verme yeteneğini kaybetmişe benziyor, diyor dergi.

Bu ürkütücü bir gelişme, “çünkü relaks olmak (ara vermek, gevşemek) hem işyerinde hem de sınıfta iyi sonuç almanın (ve sağlıklı olmanın) en önemli koşuludur.”

Sürekli stres beynimize, gövdemize ve kişiliğimize olumsuz etki yapar. Ürettiğimiz stres hormonları, endişe, beynimizin bilgi derlemesine zarar verir.

Çare? Ara vermek. Dinlenmek. Rahatlamak. “Aklı tatile çıkarmak,” olarak tarif ediyor bunu dergi.

Bu tür boş zaman boşa harcanmış zaman değil. Tersine. Verimli çalışmayı dinlenme mümkün kılar. Ara vermek ve başka şeyler düşünmek, derse veya işe dönüldüğünde dikkati ve yoğunlaşmayı kolaylaştırır.

Çocuklarımızın akıllarını nasıl tatile çıkarabiliriz, onları rahatlatmak, stresten koparmak için?

Maria Montessori adını duydunuz mu? Montessori (1870 1952) çocuklar için değişik bir eğitimi geliştirdi. Batı’da Montessori yöntemi üzerine kurulu birçok ilkokul var. Bu okulun özelliklerinden biri çocuklara ders yanında “Sakin Zaman” vermesidir. Şu sözlerle çocukları stres dünyasından sükunet dünyasına taşıyorlar: “Gözlerini kapat. Tamamen sakin ol. Sessizliği, vücudunu dinle.”

Zor olduğunu, çocukların bunu beceremeyeceğini düşünebilirsiniz ama çok kolay. Kendi çocuklarımda denediğim için biliyorum. Çocuklar sakin zamana bayılır.

Ama... Çocukları sakinleştirmeden önce kendinizin sakinleşmesi şart.

7 Eylül 2012 Cuma

Bir damdan düşenin Ménière önerileri

METİN MÜNİR

Baş dönmesi ve denge kaybına neden olan Ménière hastalığına tutulalı on yılı geçti.

Salı günkü yazımda hastalığın bende nasıl başladığını yazmıştım. Bu gün de, belki aynı dertten mustarip olanların işine yarar diye, nasıl başa çıktığımı anlatmak istiyorum.

Ménière hastalığı, bilimsel olmayan bir anlatımla,(*) iç kulakta bulunan ve dengeyi sağlayan sıvı ve partiküllerin bilinmeyen nedenlerle yerinden oynamasıdır. Nedeni belli değil, çaresi yok.

Ancak, kişi dikkat ederse, neyin veya nelerin kendi baş dönmesini tetiklediğini bulabilir. Ve, eğer bunlardan kaçınırsa, krizlerin tekerrürünü geciktirebilir veya önleyebilir.

Bendeki tetikleme mekanizması, çocukluğumdan beri, uyumaya çalışırken sık sık, ani ve sert hareketlerle sağa sola dönmektir. Mekaniktir, yani. Bu hareketler iç kulağımdaki sıvının yerinden oynamasına neden oluyor. Bu hareketleri kontrol altında tutarak baş dönmesini önlüyorum.

Sanırım, herkes, baş dönmesinin başladığı andan 24 saat geri gider ve yaptıklarını gözünün önünden geçirirse ve bunu yapmayı alışkanlık haline getirirse kendi tetiğini bulabilir.

Benim Ménière’im sağ kulaktadır. Mümkün olduğu kadar başım o yöne dönük yatmamaya çalışıyorum. O yönden, sola, yavaş ve dikkati dönüyorum.

Derin nefes alma egzersizleri en etkili silahlarımdan biridir. Krizin gelebileceğini hisseder etmez derin nefes alıp vermelere başlıyorum. Dönmeyi anında stop ettiriyor.

Buna dayanarak, gözlemlerim beni şu sonuca götürdü. Ménière’i tetikleyen, belki de yaratan nedenlerden biri sığ nefes alıp vermelerdir. Ya da farkında olmadan, nefes alıp uzun süre vermeden, tutmalar. Her iki halin de diğer adı strestir.

Derin nefes egzersizleri strese karşı en iyi ilaç olduğu gibi Ménière’e karşı da önemli bir engeldir. Bu egzersizleri öğrenmek kolay, uygulamak zevklidir. İnsan kendi nefesinin tiryakisi olabilir.

Tıp sektöründe olan bir arkadaşımın, her Ménière nöbetinde, hastaneye kaldırılacak kadar ağır baş dönmeleri oluyordu. Stresli işini bırakınca baş dönmeleri de onu bıraktı. “Hastalık çokkk ama çokk büyük ölçüde stresle (ilgili),” diye yazdı bana dün. “Hayatım eskiye oranla stresten çokk uzak... Bu yaz her gün yüzdüm. Muhteşemdi. En güzel stres alan şey su. Mucize gibi.”

John Epley adında bir doktor, 1980 yılında, yerinden oynayan sıvı ve partikülleri eski durumlarına getirmek için başı sağa veya sola döndürerek yapılan bir manevra keşfetti. Yüzde 90-95 başarı ile sonuçlanan bu manevrayı bilmeyen veya yapmayan çok kulak burun boğaz uzmanı var. Bana sorarsanız, bunlar yerine Epley manevrasının ustası olan doktorları tercih etmek gerek.

Ben bu manevranın nasıl yapıldığını öğrendim ve gerektiğinde, başarıyla kendi kendime uyguluyorum. Zor değil.

Benim tecrübeme göre, Ménière için doktorların verdiği ilaçların faydası yoktur. Ne geçirir, ne de tekrarlanmasını önler.

Ménière, Tanrı’nın insana, “Çok hızlı gidiyorsun, yavaşla,” uyarısı olabilir mi? Olabilir.

(*) Ayrıntılı, bilimsel bilgisi için:
dergi.kbb-bbc.org.tr/download_pdf.php?id=552

5 Eylül 2012 Çarşamba

Gül, ben ve Ménière

METİN MÜNİR

Erken bir uçakla yolculuğa çıkacaktım. Saatin ziliyle uyandım. Başımı yastıktan kaldırıp gözlerimi açmamla kapatıp yastığın üzerine yıkılmam bir oldu. Oda topaç gibi dönüyordu. Ne oluyordu?

Biraz dinlenirsem geçer diye umdum ama gözlerim kapalıyken de başım dönmeye devam etti. Tekrar gözlerimi açıp kalkmayı denedim. Olmadı.

Evde yalnızdım. Sürüne sürüne kalkıp giyindim. Otura otura ve duvarlara tutuna tutuna aşağı indim, şoföre beni hastaneye götürmesini söyledim. Amerikan Hastanesi’nin acil servisine gittik. Beyin kanaması şüphesiyle birçok test yapıldı ama (uzatmayayım) bir süre sonra Ménière hastalığı olduğum ortaya çıktı. Hastalık, onu 1861’de keşfeden Prosper Ménière (1799- 1862) adlı Fransız doktorun adını taşıyor. Ménière, hastalığı keşfetti ama çaresini bulamadı. O gün bu gündür gizini koruyor ve çaresiz olmaya devam ediyor.

İnsanın dengesini sağlayan iç kulakta bulunan bir sıvı ve partiküllerdir. Ménière hastalığına yol açan, bunların, bilinmeyen nedenlerle, yer değiştirmesidir. Hastalığın etkisi her insanda değişiktir. Başlangıcında, kişiyi, ileriki yıllarda ne şiddette etkileyeceği belli değildir.

Birçok halde baş dönme nöbetleri arasında aylar veya yıllar geçebilir. Ama ilk başlarda hasta yılda 6-12 arasında kriz geçirebilir.*

Bazı krizler kısadır ve fazla sıkıntıya neden olmaz. Bazı krizler şiddetli baş dönme ve kusma nöbetlerine yol açar. Zamanla (5-10 sene) sorun tamamen ortadan kalka da bilir.

Ménière öldürücü değildir. İki kriz arasında kişi tamamen normal olarak yaşamını sürdürür. En büyük (ve lanet) özelliği tekrarlaması ama ne zaman veya ne kadar sıklıkla tekrarlanacağının belli olmamasıdır.

Baş dönmesinin şiddeti de kişiden kişiye değişir. Tanıdığım bir kadında bu o kadar büyüktü ki her nöbette hastaneye kaldırılması gerekirdi. Krizler, bazen, hastanın birkaç saat veya birkaç gün dinlenmesini, çalışmamasını gerektirebilir.

İç kulaktaki sıvı ve partiküller doktor tarafından yapılan bir manevra veya baş hareketi ile normalleştirilir. Manevra denge durumunun yeniden kurulmasını, baş dönmesinin sona ermesini sağlar.

Gül’ün hastaneye yatmasına neden olan şiddetli baş dönmesi bu hastalığın bir tezahürü idi. Ve onunla ilgili olarak şu soruyu akla getiriyor: Siyasi yaşamına devam edebilecek mi?

2014’te Cumhurbaşkanlığında süresi dolduktan sonra Gül’ün Başbakan olarak mesaiye devam etmek istediği, resmen açıklanmasa da, yaygın olarak biliniyor.

Stres, yorgunluk ve uçak yolculukları tarafından tetiklenebilecek ve ne zaman tutacağı bilinmeyen bu nöbetlerine duçar olan birisi başbakan olabilir mi? Ya da olmalı mı?

*http://www.mayoclinic.com/health/menieres-disease/DS00535

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Bitkisel ilaç satın alan gözünü açsın

METİN MÜNİR

Londra havaalanındaydım. Sivrisinek ve küp düşen ısırıkları da Ozanköy’den benimle beraber gelmişti İngiltere’ye.

Eczanede krem ararken gözüme bir uyku ilacı takıldı. Sleepeaze herbal Tablet. Kolayuyu Bitkisel Tablet. Uyku sorunum yok. Ama küçük çocuklarım bana benzemiyor. Özellikle oğlum.

“Bir paket alıp çocuklara vereyim belki iyi gelir,” diye düşünerek, ısırık ilacı ile beraber onu da satın aldım.

Bizde hemen hemen her ilacı eczanelerde reçetesiz ve istediğiniz miktarda alabilirsiniz. İngiltere’de, kar maskesi takıp kalaşnikofla eczaneyi basma durumları hariç, reçetesiz ilaç almak imkansızdır.

Raflarda gördüğünüz bütün ilaçlar ya aspirin gibi her yerde reçetesiz satılanlardır. Ya da bitkiseldir.

Bizde bitkisel ilaçlar Sağlık-Tarım Bakanlığı destekli şarlatanların serbest atış alanıdır. İngiltere’de bitkisel ilaçlar lisanslı ilaçlar gibi denetime tabidir. Çünkü bir ilacın veya ilaç taklidi yapan besin takviyesinin içindeki maddenin bitkisel olması zararlı veya tehlikeli olmadığı anlamına gelmez.

Uçağı beklerken paketin içindeki prospektüsü çıkartıp okumaya başladım. Şunları öğrendim:

İlaçta şerbetçiotu, çarkıfelek çiçeği ve kediotu vardı. Bunlar “sakinleştirici ve yatıştırıcı etkilerinden dolayı geleneksel olarak uyku getirmek için kullanılan” bitkilerdi.

Haplar doktora veya eczacıya danışılmadan alınmamalıydı. Özellikle (1) Alerjisi olan (2) Depresif olan veya (3) Uyuşukluğa neden olan başka ilaç alan kişiler tarafından.

Hamileler ve emziren anneler önce muhakkak doktora danışmalıydı. Bu ilaçla alkol alınmamalıydı. Alındıktan sonra sekiz saat araba, traktör v.s. kullanılmamalıydı.

Yüksek tansiyon ve anksiete nedeniyle beta blokör alanlar bu tabletlerden özellikle uzak durmalıydı.

İlacı alanlar şu yan etkilere maruz kalabilirdi: Mide krampı, mide bulantısı, kusma, yüksek ateş, baş ağrısı, bayılacak gibi olmak, kalp çarpıntısı.

Genellikle ilaçların içinde aktif yani iyileştirici maddeler dışında bu maddeleri bir arada tutan, onlara renk veya tat veren, çabuk erimelerini veya erimemelerini sağlayan maddeler de var. Benim uyku haplarında titanyum dioksit dahil 12 madde vardı. Kim bilir bunların kime yan etkileri nedir.

Bunları neden uzun uzun yazdım?

Çünkü Türkiye bitkisel ilaç sahtekarlarıyla doludur ve hükümet bunlara karşı umursamazdır.

Çünkü, birçok insan, nasıl hazırlandığı ve ne içerdiği belirsiz bu “ilaçlardan” mucize ummakta, istismar edilmektedir.

Çünkü bitkisel ilaçlar, özellikle başka ilaç alanlar, hamileler, emzirenler, depresyon hastaları için tehlikeli olabilir.

Çünkü Tarım Bakanlığı ile Sağlık bakanlıklarının sizi koruyacağı yok.

Hatırlatmak isterim. Tarihin en eski hukuk kurallarından biri şudur: "Caveat emptor" : satın alan gözünü açsın.

15 Haziran 2012 Cuma

Pstt! Hürriyet kardeş! Vişne suyu ilaç değil

METİN MÜNİR

Geçen pazartesi günü Hürriyet’in birinci sayfasında çoktan beri gördüğüm en dandik haberi okudum.

“Kireçlenmeye karşı vişne suyu” başlıklı habere göre “Üç hafta boyunca günde iki bardak vişne suyu içenlerin kireçlenme kaynaklı ağrılarının yüzde 20 oranında gerilediği” belirlenmiş. 

Vişne suyu içenlerde kireçlenme “yüzde 22 daha az” görülüyormuş.

Doktorlar 60 yaşına gelmiş insanlara günde iki veya üç barak vişne suyu içmelerini öneriyormuş. Bu konularda en ufak deneyimi olan birisi, örneğin doğru dürüst bir sağlık muhabiri editör, ilk bakışta bu haberin palavra olduğunu anlardı.

Bir defa “Kireçlenme kaynaklı ağrılarının yüzde 20 oranında azalması,” tamamen anlamsızdır. Ağrı ölçülüp yüzdelere bölünemez.

Diyelim ki dişiniz ağrıyor. Bunun yüzde yirmisini geçirsem ne fark eder?

Doktorların altmış yaşının üstündeki hastalara günde iki veya üç bardak vişne suyu içmelerini tavsiye ettikleri ise gülünçtür. Hangi doktorlar? Nerede?

Doktorlar sadece diyabetten öldürmek istedikleri altmış yaş üstü hastalarına güne iki-üç bardak vişne suyu önerebilir.

Yaptığım küçük bir araştırma şu gerçekleri ortaya çıkardı: Vişne suyunun kireçlenmeye iyi geldiği iddiası Amerikan Kiraz Pazarlama Enstitüsü tarafından ortaya atıldı. Hürriyet’in yazdıklarına benzer iddialarda bulundular. Ama bu iddiaları kanıtlayacak klinik araştırma gösteremediler. Daha doğrusu, gösterdikleri araştırmaların hemen hemen hepsi kendileri tarafından yaptırıldığı için bilimsel inanırlıktan yoksundu. Ama reklama devam ettiler.

Bunun üzerine, Ekim 2005’te Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi FDA yirmi dokuz vişne vs. pazarlama şirketine uyarı mektubu yolladı. Vişne suyunun iyileştirici etkileri olduğuna dair reklam yapmaktan vazgeçmelerini, aksi takdirde cetvelle ellerine vuracağını söyledi.

O gün bu gündür, vişne veya vişne suyunun kireçlenmeye iyi geldiği veya kemik ağrılarını geçirdiği veya hafiflettiği iddiası ABD’de tebahhur etti.

FDA devreye girdi çünkü vişnenin bazı hastalıklara iyi geldiğini söylemek onu ilaç sınıfına sokmaktır. Herhangi bir şeyin ilaç sayılabilmesi için yoğun klinik deneylerden geçmesi gerekir. Vişne ve suyu bu deneylerden geçmedi. Dolayısıyla ilaç değildir. İlaç olmayan bir şeyin ilaç gibi satılması tüketicileri kandırmaktır. Hürriyet geçen pazartesi günkü sayısında okuyucularını kandırdı, bir gazetenin yapabileceği en büyük günahlardan birini işledi.

Ama Prof. Dr. Ahmet Maranki ile reklam söyleşi dizisi yapacak kadar alçalmayı göze alan bir gazete için bu şaşırtıcı olmamalı.

Bitkiyle tedaviye karşı değilim. Çocuklarımı ex-eşim alternatif tıp yöntemleriyle, neredeyse sıfır antibiyotikle büyüttü. Ama ilaç gibi sıkı denetim altında olması gereken bu alan Türkiye’de, denetimsiz bir şarlatan tarlasıdır. 

Tarım ve Sağlık bakanlığındaki bazı ruhsuzlar nemalandıkları için bu mega soygunu engellemiyorlar. Top ikisi arasında gidip geliyor. Hürriyet’in, bunu araştıracağına reklamını yapması büyük bir ayıptır.

Aydın Doğan bu mesleğe ne katkı yaptı? Nasıl hatırlanmak istiyor? Bu soruları kendine sormalıdır.

11 Mayıs 2012 Cuma

Yalanların dünyasında sağlıklı yaşamak

METİN MÜNİR

Geçtiğimiz aylarda merak saldığım sağlık konularını araştırırken öğrendiğim en ilginç şey şu oldu: Sağlıkta doğru ile doğru olmayanı ayırt etmek çoğu zaman çok zordur.

Doğru; yarı doğrular, yalanlar, yanlışlar, çarpıtmalar ve kandırmacalar tarafından meydana gelen bir perdenin arkasındadır. Bu perde o kadar kalın ve ağırdır ki normal bir insanın, hatta, çoğu zaman, bir uzmanın bile aralaması mümkün değildir.

Doktorların bile doğru bildiği veya sandığı birçok şey yanlıştır. Çünkü onlar da, hastalar gibi, yoğun yalan bombardımanı altındadırlar.

Doğru sandığımız birçok şey yanlıştır.

Örneğin, akıl bozuklukları beyinde meydana gelen kimyevi bir dengesizliğin sonucu mu? Ve bunu düzeltmek için reçete edilen ilaçlar bu dengesizliği düzeltir mi?

Birçok psikiyatrist ve psikiyatri hastası her iki soruya da evet cevabı verecektir.
Her iki cevap da yanlıştır. Ruh ve akıl hastalıklarının nereden kaynaklandığı belli değildir. Psikiyatride kullanılan ilaçlar bazılarına iyi gelir, çoğunu kötü yapar. Nedenini kimse bilmez.

Kişileri diyabet, tansiyon, osteoporoz, kolesterol ilaçlarına başlatmak için kullanılan ölçümlerin doğru olduğu tartışmalıdır. Her dört alanda hasta olmayan kişiler ilaca başlatılmakta, ağır yan etkilere maruz bırakılmaktadır.

Birçok insana gereksiz yere stent takılıyor.

Menopoz hastalık değildir.

Şizofreninin ilaçsız tedavi yöntemleri de vardır.

Listeyi uzat babam uzatmak mümkün.

Tıptaki kargaşanın en büyük nedeni ilaç şirketleridir. İlaç şirketleri satışlarını arttırmak için ahlak sınırlarını zorlayan satış artırıcı yöntemlere başvurmakta, hasta olmayanların ilaca bağlanmasına neden olmaktadır.

Para karşılığında, güvenirliği şüpheli veya çarpıtılmış araştırmalarla ilaç şirketlerini destekleyen birçok Batı, özellikle Amerikan üniversitesi ve bilim insanı bu aşağılık kampanyayı ayakta tutmaktadır.

Sistemin en güçlü koruyucusu ise devletlerdir. Dünyanın her yerinde, ilaç şirketlerinin cömertliğinden nasibini alan hükümetler ve sağlık bakanlıkları ilaç şirketlerine kârlarını çoğaltmak için yardımcı olmaktadır.

Doğru olanla olmayanı ayırt etmenin zor olduğu tek alan tıp değildir.

Yalan dünya deriz ama yalan olan dünya değil insanlardır. Doğada, insanların ağzından çıkanlar hariç, her şey, gerçektir. Yalancı çiçek, sahtekâr kuş, üçkâğıtçı balık yoktur.

Yalan kurşun olsa bütün insanlar delik deşik olur, meteor olsa dünya ufala ufala yok olurdu.

Milattan dört yüz yıl kadar önce doğan Sinoplu feylesof Diogenes gündüz vakti elinde lamba ile dolaşır, “Ne yapıyorsun?” diye soranlara, “Dürüst bir insan arıyorum,” derdi.

Böyle bir lambayı insan hiç elinden eksik etmemeli. Diogenes’in bir başka sözünü hiç unutmadan: “Bilge kişiyi ancak bilge olan kişi bulabilir.”

10 Mayıs 2012 Perşembe

Şizofreni: Henry’nin cinleri

METİN MÜNİR

Henry’nin şizofren olmasının beşinci yılında, Patrick, her geçen yıl, oğlunun geçirdiği krizlerin daha şiddetli bir hal aldığını yazıyor. (*)

“Kalıp şuydu: Şiddetli bir psikotik epizodun (krizin) ardından, dört beş aylık bir süreç içinde, ilacın etkisiyle bir düzelme meydana geliyor, yaratıcılık ve konsantrasyon geri dönmeye başlıyordu. Tam, gözetim altında normale benzeyen bir hayat sürmesi mümkün görünmeye başlarken, yeniden şiddetli bir krize tutuluyordu. Bu tekrar kötüleşmenin nedeninin ne olduğuna hiçbir zaman emin olamadık.”

Patrick’e göre neden, oğlunun gizlice ilacı bırakması olamazdı çünkü bazen iğneleri düzenli olarak yapılırken de kötüleşebiliyordu. “Belki” diye yazıyor, “aklı başına gelince durumun felaketini, akranlarından ne kadar geri kaldığını kavrıyor, kendini bırakıyordu.”

Henry, hasta olduğunu hiç kabul etmedi. “Benim bir sorunum yoktu.” Hap almak istemiyordu “çünkü hayatımı sapına kadar yaşamak istiyordum ve hap almanın bunu önleyeceğine dair endişelerim vardı.” Ayrıca haplar “insan parçalarından” yapılmış olabilirdi.

Henry, hap alırken, “sürekli yarı uyur halde idi ve şişmanlıyordu ama iyileşmiyordu,” diye yazıyor Patrick.

Şizofreniyi karmaşık yapan olgu hastalığın kesin çizgilere sahip olmamasıdır.

Büyük bir olasılıkla birden çok şizofreni türü var.

Bazen bipolar bozukluklara şizofreni teşhisi konmaktadır. Şizofreni teşhisi konan iki kişinin hastalık belirtileri tamamen farklı olabilmektedir. Şizofreniyi “sıradan insan davranışlarını olağanüstü abartılı şekilleri” sayanlar da var.

Bu nedenle, şizofren davranışlardan dolayı hastaneye kabul edilenlere, değişik zamanlarda, değişik teşhisler konduğu sık görülen bir olaydır.

Ünlü İngiliz bir doktorun daha önce şizofreni teşhisi konan bir hastayı muayene ettikten sonra “Bunun bipolar bozukluk olduğu apaçık. Hangi aptal buna şizofreni teşhisi koydu?” diye bağırdığı anlatılır. Yanındaki doktor sırıtarak “Siz,” diye cevap vermiş.

Şizofreni ile baş etmek sevgi, sabır ve sebat ister. Bu olağanüstü, insana dokunan, benzersiz kitaptan öğrenilecek en önemli şeylerden biri budur.

“Bütün krizleri atlattık çünkü birbirimizi destekledik ve hiçbir zaman onun için ne yapmamız gerektiği konusunda ciddi bir fikir ayrılığına düşmedik,” diyor Patrick.

Şizofreni konusunda eskisi kadar cahil değil ve bu hastalık onu eskisi kadar korkutmuyor.

Yedi yıl sonra “şunu gördüm ki, en çılgın anlarında bile Henry realite ile bağını tamamen koparmadı. Bu nedenle, bu hastalığın tamamen aklı başından olmaktan topyekun deliliğe giden, tek yönlü bir yol olmadığını, biliyorum. Bugün Henry’nin hastalığını tamamen ortadan kaldırılması zor bir akıl bozukluğu olarak görüyorum ama aynı anda düşünüyorum ki belki (şizofreni) Henry’nin aklının bir bölgesine hapsedilebilir ve eskiden olduğunun aksine, kişiliğinin ve hareketlerinin esas itici gücü olmaktan çıkar.”

Patrick böyle düşünmekte haklı idi.

Henry yıllar geçtikçe hastalığı ile daha etkin bir biçimde mücadele etti. Hastaneden kaçmamaya başladı, ilaçlarını düzenli aldı. Artık kapatılmış yaşamıyor. Hâlâ, akıl hastası mı, emin değil. Patrick’in teşhisi de doğru: Şizofreni oğlunun beyninin bir köşesinde, hiç gitmemek üzere kalacak.

Kitap Henry’nin sözleri ile bitiyor:

“Benim için çok uzun bir yol oldu ama öyle sanıyorum ki düzlükten önceki son dönemece giriyorum. Lewisham’daki bahçede, altında oturduğum bir ağaç var. Bana konuşuyor ve ümit veriyor.”

* Patrick & Henry Cockburn / Henry’s Demons (Henry’nin Cinleri)

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Şizofreni: Ağaçlarla konuşan adam

METİN MÜNİR 

Yirmi yaşına bastıktan iki ay sonra bir gün ağaçlar Henry’ye konuşmaya başladı. Dondurucu bir kış gecesi ona fısıldadılar: “Nehre gir.”

İngiltere’nin güneyindeki Brighton sahil kentindeki güzel sanatlar üniversitesinde resim öğrencisi idi Henry. Elbiselerini çıkarmadan kasaba yakınlarındaki Newhaven nehrine daldı. Karşı sahile yaklaştığında balıkçılar tarafından kurtarılmasaydı belki de boğulacaktı.

Independent gazetesinin dış politika muhabiri Patrick Cockburn oğlunun akıl hastanesine kapatıldığını Afganistan’da, eşinden aldığı telefonla öğrendi. Alelacele uçağa atlayıp geri döndü. Bu şekilde Cockburn ailesinin şizofreni ile yedi yıl sürecek sınavı başlamış oldu.

Şizofreni, nedeni bilinmeyen, çaresi olmayan bir akıl bozukluğudur. Yaygın olarak kullanılan tedavi yöntemi ilaçtır. Ama ilaç hastalığı iyileştirmez. Hastayı uyuşturarak, olduğundan değişik bir kişi haline getirerek, kontrol altında tutmayı amaçlar.

Şizofreni hastası, genellikle ve özellikle hastalığın ilk dönemlerine, ilaç almaktan kaçınır. Ağzında saklayıp tükürür ya da tuvalete gidip kusar. Çünkü ilaçların yıkıcı yan etkilerinden nefret eder. Esas neden ise hastanın kendini hasta sanmamasıdır. O değişik bir boyuta geçmiştir. Duyduğu sesler ve gördüğü hayaller gerçektir. Ona göre sorun diğerlerinin bunları duymaması ve görmemesidir.

“Bende şizofreni var mı?” diye soruyor Henry, babası ile birlikte yazdığı çarpıcı bir kitapta.(*) “Annem, babam ve lanet psikiyatristlere soracak olursanız, kesinlikle evet. Buna inanmaları için bazı nedenler var: Sokaklarda veya kırlarda çıplak dolaşırken yakalanmam ve ağaçlara ve korulara konuşmam. Bana soracak olursanız, ben dünyayı diğer insanlardan değişik görüyorum.”

Tıraş olmuyor, yıkanmıyordu. Zaman zaman, çocuklaşıp çişini üstüne yapıyordu. Resim yapmayı bıraktı. Yalınayak yürümeye başladı. Ayaklarının altı yara oldu. Üstü başı o kadar kirli idi ki bazen, izinli dışarı çıktığında, polis evsiz barksızlardan sanıp onu sorguya çekiyordu. Anne, babası ve küçük kardeşi Alex için çoğu zaman konuşarak ona ulaşamaz hale geldiler.

“Rüzgârın rehberliğinde yürümeyi ve ağaçlara konuşmayı” psikiyatristi ile konuşmaya yeğliyordu.

Kaçıp kayboluyor, kışın ortasında çırılçıplak korularda dolaşıyor, dik duvarlara tırmanıyor, nehirlere dalıyor, polis onu ararken ailesi “öldü” haberi gelecek diye endişeden mahvoluyordu.

“Beynimde kafiyeli bir biçimde konuşan bir ses var,” diye anlatıyor Henry. “Bana kaçmamı söyledi, çırılçıplak soyunup ormana girmemi söyledi ve bunu yaptığımda orman canlandı ve bana konuştu.”

Bazen bir buçuk yıl sigarayı kesiyor bazen durmadan sigara içiyordu.

“..Günde iki paket sigara içiyordum. Kapatıldığınız zaman hayat o kadar yavaş geçer ki sayılarla düşünmeye başlarsınız: Günde kaç dakika var, haftada kaç saat var, bir milyon saat kaç gün eder. Yerdeki karolara bakarsınız ve kaç tane olduğunu tahmin etmeye çalışırsınız. Hayatınızdaki her şey sıkıcıdır.”

Dört duvar arasından kurtulmak için kapatıldığı en güvenli hastanelerden bile kaçıyordu.

“Kapatılmak asap bozucu olmakla beraber esas kaçma nedenim ağaçların beni çağırmasıydı. Ağaçlar beni çağırıyordu, kaçmaya mecburdum.”

Sanki de hiç iyileşmeyecek, hayatı, onun için, hastaneler ve kaçıp kaybolmalar, ailesi için endişe ve korkulardan ibaret olacaktı.

* Patrick & Henry Cockburn /Henry’s Demons (Henry’nin Cinleri)

27 Nisan 2012 Cuma

Seks manyaklarına kötü haber

METİN MÜNİR

Eğer seks manyağı iseniz yakında hasta sayılabilirsiniz. Amerikan Psikiyatri Birliği’nin hazırlamakta olduğu Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı’nın (kısa adıyla DSM) elden geçirilmiş yeni sayısı gelecek yıl yayımlanacak.

Yeni baskıda, diğerlerinde olmayan bazı insanlık halleri hastalık olarak görülecek.

Aşırı seks düşkünlüğü veya DSM editörlerinin verdiği adla Hiperseksüel Bozukluk, büyük bir olasılıkla bunlardan biri olacak.

Eğer:
(1)En az altı ay, alışılmadık yoğunlukta cinsel arzu duymuşsanız veya,
(2)Stres veya can sıkıntısına tepki olarak seks yapmaya haddinden fazla zaman harcamışsanız ve bunu,
(3)Sosyal hayatınıza ve işinize müdahale etmesine rağmen ve,
(4)Kendinize ve başkalarına verebileceği fiziki veya duygusal zararı önemsemeden yapmışsanız sizde Hiperseksüel Bozukluk olabilir.

Eğer, tabii, bu kitabı hazırlayanların (1) Normal insanlık hallerini hastalık gibi gösterip, kendilerine iş çıkarmaya alışılmadık yoğunlukta düşkün olduklarını unutup, (2) Ciddiye alırsanız. Ki almamanızı önerim.

Sizi bilmem, çocuklar, ama (söylemesi ayıp olmasın) ben en az altmış yıldır alışılmadık yoğunlukta cinsel arzu duymaktayım. Herkesin de böyle olduğunu sanıyorum.

Ne cinsel arzunun alışıldık veya alışılmadık olduğunu ölçen bir alet var, bana kalırsa. Ne “Alışılmadık yoğunlukta cinsel arzu.” Kime ve neye göre alışılmadık?
Stres veya can sıkıntısına tepki olarak “seks yapmaya haddinden fazla zaman harcama” olayına gelince ... Keşke, diyorum, keşke.

Sosyal hayatıma ve işime müdahale ediyorsa, o benim sorumun. Kendime ve başkalarına verebileceğim fiziki veya duygusal zarar da beni ve karşımdaki kişiyi ilgilendirir.

Bu arada, “fiziki zarar,” ne olabilir? Yataktan düşüp boynumu kırmak? Morarma? Derin ısırık? Aşınma? Nee?

Benim bildiğim kadarıyla, çocuk ve yaşlılar dışında (ki bundan 100 yaş ve üzerini kastediyorum) herkes aşırı seks düşkünüdür. Sadece bunu (1) Gizleyenler ve (2) Gizlemeyenler var.

Bir an Hiperseksüel Bozukluğun gerçekten bir hastalık olduğunu kabul edelim. Tedavisi nedir? Bu “bozukluk” nereden kaynaklanıyor da orası düzeltilecek? Ve ne kullanılarak? Bekaret kemeri? Boyuna asılan “Ben bir seks manyağıyım, benden uzak durun” yaftası? İlaç?

Bu soruların cevabı yok. Psikiyatri cevapların değil soruların tıp koludur.

Son olarak, aseksüel olanlar veya seksten kaçanlar kurtulduk sanmasın.

Bunlar da Abseksüel Bozukluk diye bir hastalık torbasına tıkılmaya hazırlansın. Kim bunlar? Cinsellikten uzaklaşarak cinsellik bulanlar veya ahlaki olarak cinselliğe karşı imiş gibi davrananlar. Örneğin seks konusunda şikâyet edenler ve porno yasaklayıcıları.

Normalin ne olduğu belirsiz veya keyfi olduğunda herkesi anormal saymak kolaydır.

Bakalım daha neyimiz anormal olacak.

16 Mart 2012 Cuma

Üçüncü köprü ve şehirde ruh bozuklukları

METİN MÜNİR

Bütün dünyada olduğu gibi ülkemizde de nüfus süratle kırsaldan şehirlere taşınıyor. Türkiye’nin 75 milyona yaklaşan nüfusunun yüzde kırkı altı büyük şehirde yaşıyor.

Geçtiğimiz 20 yılda İstanbul’un nüfusu kabaca ikiye katlandı. Türkiye İstatistik Kurumu verilerine göre, 2011 sonunda şehir 14 milyon insanı barındırıyordu. Yani, neredeyse, ülkedeki her beş kişinden birini.

Bu yoğunluk İstanbul’da ve genellikle şehirlerde, sağlıklı yaşam ortamı yaratmayı bir politika önceliği haline getiriyor veya getirmesi lazım. Ama getirmiyor. Şehirlerde, özellikle İstanbul’da, rant kraldır.

Hükümetin ısrarla şehrin kuzeyinde, yerleşimin seyrek olduğu bölgelere kondurmak istediği Üçüncü Boğaz Köprüsü şehirde sağlıklı yaşam ortamı yaratmaya yönelik değildir.

Çünkü yaşam kalitesini değil nüfusu artıracak.

Köprü ve ona ulaşmak için yapılacak yeni çevre yollarının amacı İstanbul’un boş alanlarına ikinci bir İstanbul inşa etmektir.

Köprü konut inşaatını patlatacak, nüfusu yirmi milyonlara taşıyacak, zaten tıkanmış olan şehirde yaşanmayı daha da zor hale getirecek.

Bir paradoksla karşı karşıyayız. İnşaat ekonomiyi harekete geçiren, işsizliğin azalmasına katkıda bulunan etkin bir faaliyettir. Bu bakımdan olumludur. Ama bu faaliyet, altyapısının kaldırabildiğinden daha fazla nüfusa sahip olan İstanbul’daki insan sayısını daha da artıracak, mutsuzluk katsayısı daha da yükselecek.

Ama bir kefesine ekonomik kazanç, diğerine toplumsal mutluluğu koyup ölçebileceğimiz bir aygıt yok. Olsa bile sonucu etkilemeyecek çünkü ekonomik kazanç her zaman ağır basacak. Sistem para üzerine kurulu. Başka değer tanımıyor, her ne kadar tanıyor görünmeye çalışsa da.

İstanbul’da yaşamanın ruh sağlığına etkisi konusunda bir araştırma yapıldığını sanmıyorum. Yapılsa ortaya ne çıkardı?

Başka ülkelerde yapılan araştırmalar (*) şehirlerde büyümenin ve yaşamanın zihin sağlığı üzerinde olumsuz bir etken olduğunu gösteriyor.

Şehir hayatı hem insanlara baş edebileceklerinden daha fazla stres bindiriyor, hem de stresle baş etme yeteneklerini zayıflatıyor.

Ruh hali bozuklukları küçük yerlere nazaran şehirlerde daha yaygındır. Şizofreni daha sık görülür.

Yıllar boyunca yapılmış istatistiki araştırmaların sonucunu birleştiren değerlendirmelere göre şehirlerde yaşayanların anksiete bozukluğuna uğrama riski yüzde 21, ruh hali bozukluklarına maruz kalma riski yüzde 39 fazladır. Şizofreniye rastlanma riski iki misli fazladır.

İstanbul’da bu rakamlar nedir acaba?

*http://www.nature.com/nature/journal/v474/ n7352/full/nature10190.html

2 Mart 2012 Cuma

Köprü trafiğinden nefret hastalık mı?

METİN MÜNİR

Her sene Avrupa ’da 165 milyon kişi, yani Avrupa Birliği nüfusunun neredeyse yüzde 40’ı, ruhsal bozukluk yaşar.

Bu rakam, Almanya ’nın Heidelberg kentinde toplanan, “Akıl Hastalıklarına Anlam Vermeye Çalışmak ” * isimli toplantıda, Dresden Teknik Üniversitesi profesörlerinden Hans-Ulrich Wittchen tarafından açıklandı.

Buna göre ruhsal bozukluklar arasında en sık rastlanan anksietedir. Anksiete, günlük hayat olayları karşısında duyulan aşırı kaygı, endişe veya vesvesedir.

Avrupalıların yüzde on dördü bu dertten mustarip.

Ardından uykusuzluk, depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu ve demans (bunama) geliyor.

Ruhsal bozukluk bu kadar yaygınsa neden Avrupa oturup kalkmıyor? Nüfusunun yüzde kırkı kanser veya verem veya AİDS olsa herhalde olağanüstü durum ilan edilirdi.

Ama nüfusun yüzde 40’ı ruh hastası dendiğinde kimsenin kılı bile kıpırdamadı.

Bence bunun nedeni çok basit. Ruh hastasıdır denilen insanların büyük bir çoğunluğu hasta değil sadece, hayatın çekilmez hale gelmesinden acı, üzüntü, sıkıntı çekiyor.

Dünyayı el birliği ile yaşanamaz hale getirdik. Yaşamak; erkek kadın, çocuk büyük, evli bekâr, genç yaşlı birçok insan için zorlaştı, yük haline geldi, tatsızlaştı. Bunun insanların ruh hallerinde yaptığı olumsuz yansımanın adını ruhsal bozukluk koyarsanız sağlam insan bulmak zor olur.

Bozuk olan ruh değil hayattır. Ekonomik ve sosyal düzendir. Parçalanan aile, kötü okullar, hapishane benzeri işyerleri, dengesi altüst edilmiş doğadır.

Ruhumuz aynadır. Bu aynada insan cinsi olarak dünyaya ve hemcinslerimize yaptıklarımızın aksini görüyoruz. Ve bu bizi “hasta” ediyor.

Hasta etmiyor aslında. Mutsuz ediyor. Başa çıkamayacağımız korkusuyla dolduruyor. Yetersiz olduğunuz şüphesi yaratıyor. Endişelendiriyor. Aklımızı karıştırıyor.

Okuduğum psikiyatri kitaplarından birinde panik atak nedeniyle psikiyatriste giden bir kadın anlatılıyordu. Kadının işine gitmesi için köprüyü geçmesi gerekiyordu.Sabahleyin uyanıp bu yolculuk aklına geldiği andan itibaren içi çöküyordu. Evden büyük bir isteksizlikle çıkıp arabasına biniyordu. Köprü trafiğine yaklaştıkça içi daralıyor, bazen arabayı kenara çekip beklemek zorunda kalıyordu.

Psikiyatrist kadına “panik atak” teşhisi koydu ve bir ilaç yazdı.

Kadının iyileşip iyileşmediği kitapta yoktu. Ama iyileşmediğine garanti verebilirim. Kadın hasta değildi ki iyileşsin. Sadece, günde iki defa tahammül etmesi gereken olağanüstü tatsız bir deneyime doğal bir tepki veriyordu.

İnsan, yedi milyar başka insanla yaşamak üzere dizayn edilmedi. Dev metropoller, mesai haline gelen hayatlar, kesintisiz stres, rekabet ve alışveriş için de.

Olmamamız gereken yerlerde, yaşamamamız gereken hayatlara mahkûmiyetin adıdır ruh hastalıklarının hemen hemen hepsi.

Konferansta dile getiren bir başka gerçek ruhsal bozuklukların neden meydana geldiğinin bilinmezliğini koruduğudur. Dökülen bunca araştırma parasına rağmen psikolojik bozuklukların biyolojik kaynağı hâlâ meçhul.

Arayacaklar arayacaklar ama beyinde, hastalık dedikleri bu hallerin pınarlarını ve yollarını bulamayacaklar. Bulamayacaklar çünkü insan olmak bir beyin hastalığı değildir.

*Konferansla ilgili bilgi ve videoya alınmış bazı konuşmalar için: http://www.embo.org/science-policy/science-society/conferences/2011.html

29 Şubat 2012 Çarşamba

TOMBUL GÜZELDİR

METİN MÜNİR

Vatan gazetesinin sıska kadın yazarlarından Mutlu Tömbekici daha da sıska olmak için yeni bir rejim uygulamaya başladığını açıkladı.

Her sabah sevimli simitçisi Ali Bey ’den düzenli olarak aldığı simitten vazgeçiyormuş. Çünkü tartıda 57,2 kilo geldiğini görmüş. Boyu ise 1,57 imiş.

Bana göre Ali Bey ’e “Simitleri ikiye çıkarıyoruz, sevimli dostum,” demek için ideal bir ölçü. Mutlu Tömbekici için Karatay Diyeti’ne başlamak için alarm zili.

Kara kuru eşi olan, sürekli sinir içinde bir politikacımız vardı. Bir gün şimdi adını hatırlamadığım bir gazeteci bu politikacı için “öyle tombul, beyaz etli bir karısı olsaydı hem o daha mutlu olacaktı, hem de Türkiye,” demişti.

Hayatında bundan daha doğru bir laf etmedin, dostum, demiştim.

Geçen yüzyılın sonunda sefalet belirtisi olarak görülen zayıflık ne zaman kıskanılacak bir şey haline geldi veya getirildi, çocuklar?

Değişiklik Beatles’larla beraber Twiggy’i getiren 1960’larda başladı. Wired dergisinin bir araştırmasına göre Playboy güzellerinin ortalama gövde kitlesi 1960’larda 19,2’den günümüzde 17,6’ya düştü.

Ortalama bir model günümüzde ortalama bir kadından en az dörtte bir zayıftır.

Hekimlerin ve ilaç imalatçılarının da arasında bulunduğu büyük bir endüstri var bu zayıflatma kampanyanın arkasında. Herkesi ebediyen genç ve güzel ve sıska olmak zorunda olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Ve başarıyorlar da. Ve çok da para kazanıyorlar. Amaç da o zaten.

Bodies (Vücutlar) adlı kitabın yazarı olan Susie Orbach’ın deyimi ile “vücut nefreti tacirlerinin” bombardımanı altındayız.

Bir deri bir kemik iken daha güzel veya cinsel olarak daha çekici oldukları çağımızda kadınlara yutturulan en büyük aldatmacadır.

Geçenlerde okuduğum bir yazıya göre erkeklerin mutsuz olmasının gizli nedenlerinden biri sıska kadınlarmış. Aslında erkekler etine dolu kadınlardan hoşlanıyorlarmış.

Ara da bul!

Bu konunun diğer boyutu sağlıktır. Dünya Sağlık örgütünün uydurduğu “ideal” bir kilo var. Bu ölçü beden kitle endeksine göre bulunuyor. Bunu kilonuzu boy ölçünüzün metre karesine bölerek buluyorsunuz.

“Normal” 18,5 ila 25 aralığındadır.
Ancak bilimsel araştırmalar bu ölçümlerin sağlıktan çok estetikle ilgisi olduğunu gösteriyor.

Kanada’da 2009’da yayınlanan bir araştırmaya göre ölesiye şişman ile anormal derecede zayıf olanların dışında kalanların tamamının ölüm riski aşağı yukarı aynıdır.

Herkes sana senin için neyin iyi olduğunu söylemekle meşgul. Aslında bunu söylerken senden fazla bir şey bildikleri yok.

Güzel olmak güzeldir ama güzelliğin sıskalık veya tombullukla alakası yoktur. Doktorlar ne derse desin, sağlıklı olmanın da.

Ve, Mutlu Tömbekici’nin eminim çok iyi bildiği gibi, güzellik bakanın gözlerindedir.

4 Şubat 2012 Cumartesi

MEVLANA PROZAC ALIR MIYDI?

METİN MÜNİR

İnsanın yoldaşı, kahkaha değil gözyaşıdır. İnsana derinliğini veren yaşadığı hüzün, çektiği çiledir.

Her şey, içinde, yok olacağı anı barındırır. Kayıp veya kaybetme endişesi sürekli yoldaşımızdır. Bunun, bilerek veya bilmeyerek, herkes farkındadır.

Devamlı bir şeyler kaybederiz veya bir şeylerin kaybolduğuna şahit oluruz.

Hüzün bunlara verdiğimiz tepkidir ve insan olmanın bir sonucudur.

İnsan var olduğundan beri bilinen ve böyle anlaşılan bu durum son zamanlarda dünya çapında bir ruh hastalığı haline getirildi.

Hüzün isim değiştirerek “depresyon,” nitelik değiştirerek hastalık oldu.

Bu başkalaşım herhangi bir bilimsel buluşa değil arkasında muazzam para gücü olan bir pazarlama stratejisine dayanıyor.

Bu stratejinin iki ortağı var: Daha çok mal satmak isteyen ilaç şirketleri. Ve tıbbın en az bilimsel dalı olan, diğer dallar gibi ilaçla tedavi edebilen bir disiplin haline gelmek, ciddiye alınmak isteyen psikiyatri.

Psikiyatri, sadece depresyonu değil, insan olma durumunun doğal sonucu olan birçok hali hastalık sınıfına sokarak ilaç endüstrisine yardımcı oldu. İlaç endüstrisi de bu hastalıklara, tedavi etme yeteneği tartışmalı, ilaçlar uydurarak psikiyatriye. Bu çıkar buluşmasının sonucu yeryüzünün psikiyatrik ilaca boğulmasıdır.

Antidepresanlar dünyanın her yerinde olduğu gibi ülkemizde de en çok satan ilaçlar arasına girdi. Hastalık olmayan bir durum müthiş ağır yan etkileri olan ilaçlarla “tedavi” ediliyor. Bu çağımızın en büyük aldatmacalarından biri, muska yazmaktan beter bir şarlatanlıktır. Hiç olmazsa muskanın yan etkisi yok.

Bir psikiyatristin normal insanlık hali olan hüzün için ilaç yazması bir cerrahın hasta olmayan bir uzvu sırf para kazanmak için ameliyat etmesinden farklı değildir.

Kişi için, normal hüzün durumlarında, hayatın günlük streslerine karşı antidepresan kullanmak tedavi değil hastalık aramaktır. Tırnağı kesmek yerine parmağı kesmek gibi bir akılsızlıktır.

Bu ilaçların büyük bir bölümünün parasını ödeyen Sosyal Güvenlik Kurumu için ise gerçek bir israftır.

“Ömrümün hulasası, üç sözden fazla değildir. Ham idim, piştim, yandım,” diyor büyük hayat ustası Mevlana.

Bu sözler insanın başlangıçta ham olduğunu “ateş üstündeki tencere gibi ıstırap duyup,” sayesinde olgunlaştığı bir süreçten geçmesi gerektiğini anlatıyor.

Mevlana, bugün yaşasaydı, Prozac milletinden olmazdı. Çünkü hüznün, neşe ve sevgi gibi, insan olmanın ayrılmaz bir parçası olduğunu, daha olgun bir insan olmak için yaşanması gerektiğini bilirdi.

Değişen bir şey yok. İnsanın doğası Mevlana’nın yaşadığı On Üçüncü Yüzyıl’dan bu yana değişmedi.

İnsanın kişiliğini zenginleştirmesi, gereksiz yere antidepresan alıp çok uluslu ilaç şirketlerini ve psikiyatristleri zenginleştirmesinden bin kat iyidir.

3 Şubat 2012 Cuma

ANTİDEPRESANLARIN CİNSEL HAYAT ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

METİN MÜNİR

Ülkemizde antidepresan ilaç kullanımı rekor bir hızla artıyor. Bunun en büyük nedeni depresyon hastası olmayanların, şu veya bu nedenle derin bir hüzün, yeis veya keder içinde olanların da antidepresan almalarıdır.

Bunun arkasında da son altmış yılda psikiyatriyi egemenliği altına almış olan yanlış bir anlayış var: Bu anlayışa göre ruh ve akıl hastalıkları beyin hastalıklarıdır ve bu hastalıkları ilaçla tedavi etmek mümkündür. Bu anlayış halka o kadar iyi satıldı ki Panadol nasıl baş ağrısını geçirirse antidepresanlar da depresyonu geçirir sanılıyor. Bu son derece yanlıştır.

Gerçek depresyonla insanlık hallerinin doğurduğu ruh çöküntüleri farklıdır. Her iki durumda da insan aynı şeyleri hisseder. Aşırı keyifsizdir, normalde zevk aldığı sosyal aktivitelerden kaçar, iştahını kaybeder, uyku sorunları yaşar, enerjisini kaybeder, kendini değersiz hisseder, düşünme ve hareket etmesi zayıflar, hatta ölüm düşünceleri düşünür.

Ama insanlık hallerinden gelen depresyon bir süre sonra kendiliğinden geçer. Klinik depresyon daha ağırdır, kolay kolay geçmez, kroniktir, tekerrür eder.

Normal insanlık hallerinin yarattığı depresyon dolayısıyla antidepresan almak, iyi iken hasta imiş gibi ilaç almaya benzer.

Bu halde insan tedavi değil hastalık satın alır. Aldığı, ilaç değil, ilacın yan etkileridir. Yan etkileri kurtulmak istediği hüzün durumundan daha ağır, etkileri daha kalıcı olabilir.

Antidepresyon ilaçlarının en sık görülen yan etkisi cinsel hayata sekte vurmaktır. Kadınları ve erkekleri eşit derecede etkiler. Değişik şekillerde ortaya çıkar. Seks yapma isteğini azaltır, seks sırasında hissizliğe ve donukluğa neden olur, orgazma ulaşılmasını zorlaştırır. Erkeklerde sertleşme sorunu ve boşalma zorluğuna sıkça rastlanır.

Beyindeki bir kimyasal olan serotonin üzerinde etki yapan antidepresanlar ilk çıktığında psikiyatristlerin bu etkiler konusunda pek fazla bilgisi yoktu.

Başlangıçta ilaçların yan etkileri konusundaki el kitapları, örneğin, Prozac’ın cinsel performans üzerindeki etkisinin yüzde ikinin biraz altında olduğunu yazıyordu. Daha sonra yapılan araştırmalar bu oranı yüzde ona çıkarttı.

Bu tahmin de olağanüstü yanlıştı. Araştırmalar serotonin üzerinde etkisi olmayan antidepresanlarda cinsel bozukluk oranının yüzde 20, Celexa ve Paxil gibi serotonin etkili antidepresanlarda yüzde 70’lere çıktığını gösterdi.

Bunun neden böyle olduğu bilinmiyor. Tahmin edilen, cinsel bozukluğa, ilaçların serotonin üzerindeki etkisinin neden olduğudur. Serotonin beyindeki kimyasallardan biridir.

Psikiyatristler bu sorunu yaşayanlara genellikle Viagra, Levitra ve Cialis gibi ilaçlar yazmaktadır. Ancak bu ilaçlar sertleşme sorunu halletmekte ama cinselliğin motoru sayılan libidoyu, yani cinsel iştahı, etkilememektedir.

Sorunu daha da karmaşık yapan antidepresanları bırakan bazı hastaların ereksiyon sorunu yaşamaya devam etmesidir.

Antidepresana kesinlikle doktor gözetiminde başlamak, kesinlikle doktor gözetiminde bırakmak gerekir.

2 Şubat 2012 Perşembe

ANTİDEPRESAN İNTİHAR İLİŞKİSİ

METİN MÜNİR

Antidepresanların en tehlikeli yan etkilerinden biri intihar düşüncelerine yol açmalarıdır.

Depresyonu kaldırıp insanı normal haline döndürmeyi amaçlayan bir ilacın intihar düşüncelerine yol açması bir çelişkidir. Bu nasıl olabilir, diye sorabilirsiniz. Bu sorunun cevabı bilinmiyor.

Antidepresanların intihara yol açabileceği, psikiyatri literatürüne 1990 da girdi.

Prozac’ın piyasaya çıkmasından kısa bir zaman sonra idi. Bu ilacı alan beşi kadın bir erkek depresyon ve şiddetli anksiete hastası altı kişi üzerinde bir araştırma yapıldı. Hastalardan bazıları Prozac’a başlamadan önce de zaman zaman intihar etmeyi akıllarından geçirmişlerdi. Araştırmaya göre, Prozac’a başladıktan sonra sürekli olarak intiharı düşünmeye başladılar.

Kamuoyundan gelen baskı üzerine, Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu FDA ilaç şirketleri tarafından yollanmış araştırmaları inceledi. Ve endişe verici bir bulguya ulaştı: Antidepresanlar intihar düşüncelerine neden oluyordu ama çocuklarda ve gençlerde.

FDA, 2002’de, ilaç etiketlerine, çocuklara ve gençlere yönelik, intihar uyarısı konmasına kara verdi. Bu uyarı 2007’de 24 yaşına kadar olan kişileri kapsayacak şekilde genişletildi.

Antidepresan-intihar ilişkisi ABD’de psikiyatristler arasında hararetli bir tartışma konusu olmaya devam ediyor. Bazılarına göre antidepresan bağlantılı intihar olayları arttı. Bazılarına göre böyle bir sonuca varabilmek için yeterli veri yok ve toplanması yıllar alacak.

Antidepresanın yirmi dört yaş üzeri kişilerde de intihar riskini artırdığına dair iddialar da var ama bu konudaki veriler tartışmalıdır.

Amerikan psikiyatrist Peter Breggin antidepresan-intihar ilişkisini araştıranlardan biridir. Breggin serotonin etkili ilaçların “akatizi” adı verilen bir tedirginlik, ajitasyon, huzursuzluk, vesvese durumu yarattığını keşfetti. Bu durumu, yaşamış olan hastalar “derimin dışına fırlıyormuşum gibi bir his” olarak tarif ediyor.

Breggin’e göre antidepresan alanlar çoğu zaman bu durumda iken kendilerine ve başkalarına karşı saldırgan olup şiddet uyguluyorlar.

Profesör Irving Kirsch, Prozac alan bazı hastaların “akatizi” durumuna düştüklerini, Prozac’ı bıraktıktan sonra bu durumun geçtiğini yazıyor.

“Yaşları 25-47 arasında olan ve Prozac aldıktan sonra intihara teşebbüs eden üç hasta Prozac almaktan men edildi. Bir süre sonra ‘acaba ne olacak’ diye görmek için bu üç kişiye yeniden Prozac verildi. Üçü de şiddetli “akatizi” hissettiklerini ve yeniden intihar eğilimine girdiklerini söyledi. İlaç kesildiğinde ajitasyon durumu ile birlikte intihar eğilimi düşüşe geçti.”

Ülkemizde antidepresan ile intihar ve şiddet ilişkisi konusunda araştırma yoktur.

Antidepresana kesinlikle doktor gözetiminde başlamak, aynı şekilde kesinlikle doktor gözetiminde bırakmak gerekir.

1 Şubat 2012 Çarşamba

Dikkat: Antidepresan öldürücü olabilir

METİN MÜNİR

Ülkemizde, reçeteli, reçetesiz, leblebi gibi antidepresan alınıyor. Bu çok sakıncalıdır. Antidepresan, muhakkak, doktor gözetiminde başlanmalı ve bırakılmalıdır. İlacı bırakmak hastaların yüzde yirmisinde “yoksunluk belirtileri” olarak adlandırılan bazı olumsuz hallerin belirmesine neden olur. Mideye kramp girmesi, ishal, bulantı, kusma, baş ağrısı, uyku bozukluğu, baş dönmesi, bulanık görme, uyuşma, elektrik çarpmış gibi olmak, kasların gayri ihtiyari oynaması, titreme, bu belirtilerden bazılarıdır.

Ayrıca, ilacı aniden kesmek depresyon ve anksiete duygularının depreşmesine neden olabilir. İlaç yoksunluğunun neden olduğu bu durumu hasta, yanlış olarak, depresyonun nüks ettiğine yorarak tekrar ilaca başlayabilir. Antidepresan bağımlığının bir çeşidinin nedeni budur. Özellikle çocuklar ve gençlerin, kesinlikle, gözetimsiz antidepresan ilaç almaması gerekir. Çünkü:

-Antidepresanların çocuklarda ve gençlerde intihar eğilimini artırdığına dair araştırmalar var. (Bu konuyu ayrıntılı olarak yarınki yazımda anlatacağım.)
-Antidepresanlar, bazı kişilerde, hem kendilerine hem de başkalarına yönelik şiddet eğilimini artırır.

Amerikan Gıda ve İlaç Kurumu FDA 2006’da serotonin artırıcı başka ilaçlarla birlikte kullanılması halinde antidepresanların “serotonin sendromu” diye bilinen, öldürücü olabilecek bir bozukluğa yol açabileceğini açıkladı.

Serotonin beyindeki kimyasallardan biridir. Yeni nesil bazı antidepresanlar beyindeki serotonin düzeyini etkiliyor. Serotonin sendromunu meydana getiren vücutta aşırı serotonin birikmesidir. Birden fazla antidepresan alınması aşırı serotonine yol açan nedenlerden biridir.

Antidepresanların bazı başa tür ilaçlarla alınması da serotonin sendromuna neden olabilir. Öksürük bastırıcı ilaçlar, reçetesiz satılan baş ağrısı ilaçları, ağrı kesiciler, antibiyotikler, iştah bastırıcı ilaçlar ve bazı bitkisel ilaçların anti depresanlarla birlikte alındığında ölüme yol açtığı görülmüştür. Eczanelerde ve attarlarda satılan bitkisel antidepresan St John’s Wart veya Sarı kantaron antidepresanla alınmamalıdır. Antidepresanla beraber alındığında ölümcül olabilecek diğer şeyler LSD, ecstasy ve kokain gibi uyuşturuculardır. Bu aşırı tepki dışında antidepresanların hayat kalitesini olumsuz etkileyebilecek birçok yan etkisi vardır. Seks hayatına sekte vurması listenin başında gelir. (Bu konuyu cuma günkü yazımda anlatacağım.)

Psikiyatristler ve malını satmaktan başka pek bir şeyi umursamayan ilaç şirketleri antidepresanların olumlu etkilerini abartmak, yan etkilerini önemsiz göstermek eğilimindedir. Bu konuda ne Sağlık Bakanlığı ne de Türkiye Psikiyatri Derneği’nin internet sitelerinde bilgi vardır. Bu nedenle antidepresan alan veya almayı düşünenlerin yan etkiler konusunda kendilerini eğitmelerinde yarar var. En iyi başlangıç noktası ilaç kutularının içinde bulunan etiketler veya prospektüslerdir. Bu ve hafta içinde yazacağım diğer yazılarda kullandığım kaynakları merak edenler www.milliyet.com.tr’ye girip 25 Ocak Çarşamba günkü yazıma bakabilirler.

28 Ocak 2012 Cumartesi

BEYİN NASIL ÇALIŞIR?

METİN MÜNİR

Beyinde milyarlarca sinir hücresi vardır. Olağanüstü karmaşık ağlar oluşturan bu hücreler birbirleriyle sürekli ilişki halindedirler.

Tipik bir hücrenin tel tel uzantıları vardır. Hücre bu uzantılar aracılığıyla diğer hücrelere sinyal yollar ve onlardan sinyal alır.

Bu sinyallerin, yollanıp alınırken, hücreleri birbirlerinden ayıran minik boşlukları aşması gerekir.

Bir sinir hücresi bir başka sinir hücresi ile ilişki kurmak istediğinde bir kimyasal salgılar. Bu kimyasal iki hücre arasındaki boşluğu geçer ve diğer sinir hücresine tutunur. O hücreyi faal hale getirir veya faaliyetini engeller. Daha sonra yollayan hücre kimyasalını geri alır veya kimyasal metabolize edilir.

Bu mekanizma gözlemlendikten sonra bir tez ortaya atıldı: Dendi ki depresyon, şizofreni, bipolar, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu gibi bozukluklar beyindeki bu kimyasalların anormalliğinden, dengesizliğinden meydana gelir - TİRE dopamin adlı kimyasalın azlığı şizofreniye neden olur, serotonin azlığı ise depresyon nedenidir.

Konumuz depresyon olduğu için serotonine yoğunlaşmak istiyorum. Gerçekten, yaygın olarak iddia edildiği gibi, depresyon serotonin eksikliğinden mi meydana gelir?

Beyindeki serotonin miktarı artırıldığında depresyon sona erer mi?

Her iki sorunun cevabı da hayırdır.

Bir defa, araştırmalar depresyon bozukluğu geçirenlerin sadece yüzde 25’inde serotonin eksikliği olduğunu gösteriyor. Bir an serotonin eksikliği hipotezinin doğru olduğunu var saysak bile bu depresyon bozukluklarının sadece dörtte birinin nedenini açıklayabilecektir.

Geriye kalan dörtte üçünün sebebi nedir?

Gelelim ikinci soruya. Antidepresan almak beyindeki serotonin oranını hemen yükseltir. Ama ilacın depresyon üzerinde etki yapması (eğer yaparsa, tabii), yani onu azaltması veya kaldırması, tipik olarak birkaç hafta sonra olur. Bundan çıkan sonuç ilacın serotonin miktarını yükseltmekten başka nedenlerle hastaya etki yaptığıdır.

Deneylerde, hayatında depresyon geçirmemiş kişilerin beyinlerindeki serotonin miktarı düşürülmüş ancak bu kişilerde en ufak bir depresyon emaresi görülmemiştir.

Açıkça görüldüğü gibi depresyonun “kimyasallarda bozukluk”tan meydana geldiği ya da “beyin hastalığı” olduğunu söylemek yanlıştır. Depresyona serotonin eksikliği neden olmaz antidepresanlar serotonini dengeleyip depresyonu tedavi etmez.

Antidepresanlar ve akıl bozukluklarına yönelik diğer ilaçlar genel beyin fonksiyonlarını etkileyerek etki yapar. Bazen yararlı olurlar, bazen olmazlar.

Neden bazen yararlı olup bazen olmadıkları bir muammadır. Bunda şaşılacak bir şey yok çünkü tedavi etmeyi hedefledikleri akıl bozuklukları da bir muammadır. Nereden, neden kaynaklanıyorlar, bilinmiyor.

Beyin sırlarını açıklamıyor. Psikiyatri bilinenlerin değil bilinmeyenlerin egemen olduğu bir tıp dalıdır. Psikiyatristler genellikle bildiklerini abartıyorlar. Önerdikleri ilaçların etkinliğini genellikle abartıp, yan etkilerini küçülttükleri gibi.

Ünlü psikiyatrist Daniel Carlat konuyu iyi özetledi:

“Modern psikiyatri budur: Sadece semptomları rehber alarak, neyi düzeltmeye çalıştığımızı tam kavramadan ve önerdiğimiz ilaçların nasıl çalıştığını tam bilmeden (hastalarımızı tedavi etmeye çalışmak).”

“Bütün ruhsal bozukluklarda depresyon, şizofreni, bipolar bozukluk ve anksiete bozuklukları bilgimizin cılız ışıkları cehaletimizin gölgesinde kayboluyor.”

27 Ocak 2012 Cuma

DEPRESYON: ÜZGÜNSENİZ NORMALSİNİZ

METİN MÜNİR

Bozukluk bir organın normal biyolojik görevini yerine getirememesidir. Kalp normal bir biçimde kan pompalayamazsa, böbrekler süzemezse, ak ciğerler normal iyi nefes alıp veremezse bozulmuş sayılırlar. Beynimizin çevrede meydana gelen olaylara verdiği reaksiyon olan duygusal tepkilerimiz de aynıdır.

Normal bir beynin kayıp karşısında verdiği tepki hüzün, yeis, kederdir. İnsanın neden hüzün duyduğu, bunun biyolojik fonksiyonunun veya faydasının ne olduğu bilinmemektedir. Bilinen, her insanın kayıp olaylarına hüzün duyarak tepki verdiğidir.

Parasını batıran tüccar, işsiz kalan bankacı, sevgilisini kaybeden liseli, seçimi kaybeden politikacı, artık başrol teklifi almayan yaşlanmaya yüz tutmuş aktör, üzüntü duyar. Bu ve benzeri kayıp durumlarına verilen hüzün tepkisi beynin fonksiyonunu yerine getirdiği, normal olduğunu gösterir.

Normal olmayan, kayıp veya herhangi bir başka neden olmadan meydana gelen hüzün veya, psikiyatrideki adı ile, majör depresif epizoddur. Bu beynin normal fonksiyonunu yerine getirmede başarısızlığa uğradığını, bir sorunu olduğunu gösterir.

Ancak modern psikiyatrinin depresyon tarifi normal hüznü depresyondan ayırt etmeyi zorlaştırarak - hatta gereksizleştirerek - insanlara zarar vermektedir. Tedaviye ihtiyacı olmayan milyonlar ilaca mahkum edilmektedir. İstisnalar dışında, uygulama psikologların her depresyon olayını bir beyin hastalığı olarak görmesi, ilaçla tedavi etmeye çalışmasıdır.

Bunun sonucunda antidepresanlar dünyada en çok satılan ilaçlar arasında girdi. Türkiye’de antidepresan kullanımında rekor artışlar var. Psikiyatristlerin müşterisi olmayı veya çocuklarını psikiyatristlerin müşterisi yapmayı düşünenlerin depresyon teşhisinde kullanılan yöntemin zaaflarının farkında olmalarında yarar var. Eğer tedavi yerine hastalık satın almak istemiyorlarsa.

Hayatın normal akışından kaynaklanan, insan olmanın bir sonucu olan, “nedeni olan” depresyonun üç özelliği var:

- Her zaman insanın uğradığı bir kaybın sonucu olarak ortaya çıkar.
- Kayba verilen tepki, kabaca, kaybın niteliği ile orantılıdır. Örneğin bir dersten bütünlemeye kalan üniversite öğrencisinin hissettiği çöküntü sınıftan kalan öğrencinin çöküntüsünden daha hafiftir ve daha az sürecektir. Aynen sevgilisini kaybeden ile sevdiğini toprağa gömen kişilerin duydukları çöküntünün farklı olması gibi.
- Belirtiler hüzün veren durum devam ettiği sürece devam eder. Durum düzeldiğinde sona erer. Zamanın geçişiyle ortadan kaybolur.

Hastalık olan depresyon bundan çok farklıdır. İçe işleyen yoğunluktadır, muazzamdır, kol kanat kırıcıdır ve - en önemlisi - kişinin hayatında meydana gelen veya gelmeyen herhangi bir durumla bağlantılı değildir. Ne kadar süreceği belli değildir. Tekerrür eder.

Nedeni olan ve olmayan depresyonu belirtilere bakarak ayırt etmek mümkün değildir. İkisinin de belirtileri aynıdır. Değişik olan gerçek depresyonun ne bağlamda ortaya çıktığının muamma oluşudur. Nedeni belli değildir. Arandığında, kişinin yaşamında depresyonu tetikleyecek herhangi bir üzüntü veya kayıpla ilgili bir olay bulunamaz.

Tersine, bazı kişiler terfi ettikten veya önemli bir ödül kazandıktan sonra depresyon krizine girdiğini anlatır. Bu tür depresyonlar kişinin hayatında ne olup bittiğinden bağımsız, başlar, sürer ve sona erer.

26 Ocak 2012 Perşembe

Depresyonda kimyasal dengesizlik efsanesi

METİN MÜNİR

Yaygın kanaate göre depresyonun nedeni beyindeki kimyasal dengenin bozulmasıdır.

Bu bir efsanedir. Kimyasal dengesizlik teorisini kanıtlayacak bilimsel bulgu yoktur. Aksine, tersini doğrulayan birçok araştırma mevcuttur.

Psikiyatrinin ecza yanı ile ilgilenenler “kimyasal denge” teorisini çoktan terk etti. Bu efsanenin hâlâ, doğru imiş gibi tedavülde dolaşmasının nedeni psikiyatrlardır. Onlar için bu, bugün değilse yarın kanıtlanacak kutsal bir doğrudur. Psikiyatrlar, “Kimyasal denge olayı yoktur,” demek, Kabe’de “Allah yoktur” diye bağırmaktan farksızdır.

Psikiyatrlar bu teoriye neredeyse inanmak zorundadır. Aksi takdirde hastalarını ilaç almaya ikna edemezler. Eğer beyindeki kimyasallarda bir dengesizlik, yoksa bu dengesizliği normalleştirdiği iddia edilen antidepresanlara ne gerek var?

Depresyon için tanı koydurucu herhangi bir laboratuar bulgusu yoktur. Röntgen, emar, termometre, tahlil gibi diğer doktorların emrinde bulunan araçlarla tespit edilmesi de mümkün değildir.

Bu bilimsel yetersizlik psikiyatride teşhis koymanın tarif üzerine yapılmasını zorunlu kıldı. Psikiyatride hastalık kıstaslarına, tarifine uyan hastadır, uymayan değildir.

Bu kıstasları koyan, neyin ruhsal bozukluk olduğuna karar veren, Amerikan Psikiyatri Derneği’dir. Derneğe bağlı doktorlar komiteler meydana getirir ve tartışarak hastalık belirler veya uydurur.

Bunlar Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı adlı kitapta derlenir ve Türkiye dâhil birçok ülkede, psikiyatrik hastalıkların teşhisinde tek referans olarak kullanılır.

Kitaba göre, depresyon bozukluğu (psikiyatrik adı ile majör depresif epizod) teşhisi konması için kişinin iki hafta boyunca aşağıdaki dokuz belirtiden beşine sahip olması gerekir:

1.  Depresif duygu durumu (yani aşırı keyifsizlik).
2.  Etkinliklere karşı ilgide azalma veya bunlardan eskisi kadar zevk almıyor olma.
3.  Kilo kaybetmek veya almak ya da iştahın artması veya azalması.
4.  Uykusuzluk veya aşırı uyuma.
5.  Düşünme, konuşma ve hareket etme sürecinin, hemen her gün, başkalarının da gözüne çarpacak kadar yavaşlaması.
6.  Yorgunluk veya enerji kaybı.
7.  Kendini değersiz hissetme, aşırı suçluluk duygusu duyma.
8.  Düşünme veya konsantre olma yeteneğinde azalma veya kararsızlık.
9.  Ölüm veya intihar düşünceleri veya intihara teşebbüs.

Sorun şu ki, bu belirtiler sadece klinik depresyon yaşayan (majör depresif epizod geçiren) kişilere has değildir. Olağan insanlık halleri dolayısıyla derin bir elem, keder veya üzüntü yaşayanlar da tıpatıp aynı belirtileri veriyor.

Bir psikiyatr sadece bu listeye bakarak hasta ile olmayanı ayırt edemez.

Nitekim çoğu zaman edememekte veya etmemekte, her iki durumda da ilaç yazmak için reçetesine uzanmaktadır.

Oysa eşi tarafından aldatılan, iflas eden veya işten kovulan birisinin hissettikleri yukarıdaki listeye ne kadar uyarsa uysun, ne anormaldir, ne de yersizdir.

Gerçek depresyonla insanlık hali kederleri gece ve gündüz kadar birbirinden faklıdır.

Ayrıntılar yarın...