31 Ağustos 2017 Perşembe

Depresyon nasıl çağımızın vebası oldu?

 (Bu yazı geçtiğimiz Cumartesi günü başlayan yazı dizisinin üçüncüsüdür)

Depresyon tanımı koymak için objektif, bilimsel kriterler yoktur.

Depresyonun röntgen, emar, termometre, tahlil gibi doktorların emrinde bulunan araçlarla tespit edilmesi de mümkün değildir.

Depresyon geçiren ile geçirmeyenin beyin kimyasallarında herhangi bir fark yoktur.

Psikiyatrinin bilimsel zaafı, teşhis koymanın tarif üzerine yapılmasına yol açtı.

Psikiyatride, hastalık kıstaslarına, tarifine uyan hastadır, uymayan değildir.

Bu kıstasları koyan, neyin ruhsal bozukluk olduğuna karar veren, Amerikan Psikiyatri Birliği’dir. Birliğe bağlı doktorlar komiteler meydana getirir ve tartışarak hastalık belirler veya uydurur.

Bunlar, Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı adlı kitapta derlenir ve Türkiye dâhil birçok ülkede, psikiyatrik hastalıkların teşhisinde tek referans olarak kullanılır.

Kitaba göre, depresyon teşhisi konması için kişinin iki hafta boyunca aşağıdaki dokuz kriterden en az beşine sahip olması gerekir:

1. Depresif duygu durumu (yani aşırı keyifsizlik).
2. Etkinliklere karşı ilgide azalma veya bunlardan eskisi kadar zevk almıyor olma.
3. Kilo kaybetmek veya almak ya da iştahın artması veya azalması.
4. Uykusuzluk veya aşırı uyuma.
5. Düşünme, konuşma ve hareket etme sürecinin, hemen her gün, başkalarının da gözüne çarpacak kadar yavaşlaması.
6. Yorgunluk veya enerji kaybı.
7. Kendini değersiz hissetme, aşırı suçluluk duygusu hissetme.
8. Düşünme veya konsantre olma yeteneğinde azalma veya kararsızlık.
9. Ölüm veya intihar düşünceleri veya intihara teşebbüs.

Sorun şu ki, bu belirtiler olağan insanlık hâlleri dolayısıyla mutsuz olanlarda, yani herhangi bir şekilde hasta olmayanlarda ve klinik depresyon geçirenlerde, yani gerçekten hasta olanlarda da aynıdır.

Olağan insanlık halleri dolayısıyla derin bir elem, keder veya üzüntü yaşayanlar da tıpatıp klinik depresyon geçirenlerle aynı belirtileri verirler.

Bir psikiyatr sadece bu listeye bakarak ruhsal bir bozukluğu olanla olmayanı ayırt edemez.

Nitekim çoğu zaman edememekte veya etmemekte, her iki durumda da ilaç yazmak için reçetesine uzanmaktadır.

Çağımızın belki de en büyük tıbbi aldatmacası olan bu harmanlama yüzünden tedaviye muhtaç olmayan milyonlarca insan hasta damgası yemekte, ilaca mahkûm edilmektedir.

Depresyonun Türkiye’de de dünya çapında da “salgına” dönüşmüş olmasının nedeni bu yanlıştır.

Psikiyatrinin insan olmanın sonucu olan üzüntü hâllerini hastalık kategorisine sokmasıdır.

Özetle: Üzgünseniz (onlar buna depresyon diyorlar) hastasınız.

Yeryüzünde depresyon kadar yanlış teşhis konulan ve yanlış tedavi edilen bir başka hastalık yoktur:

*
Yukarıda yazdıklarımı Amerikan Psikiyatri Birliği ve onun güdümünde olan Türk psikiyatrları ve her ikisini de yönlendiren ilaç şirketleri benden daha iyi biliyor.

Ama uygulamaya sokmak işlerine gelmez. İlaç şirketlerinin tek derdi, mümkün olduğu kadar çok ilaç satmaktır. Psikiyatrlar ise ne kadar çok hastaya bakarlarsa o kadar çok para kazanırlar.

Durumu daha da vahim yapan antidepresan ilaçların tedavi etme özelliğinin kısıtlı olması, yan etkilerinin çoğunlukla iyileştirici özelliklerinden çok daha baskın olmasıdır.

Antidepresanlar bozukluğu tedavi etmemekte, birçok halde yarattıkları yıkıcı yan etkilerle başlı başına ayrı bir hastalık meydana getirmektedirler.

*
Bu koşullar altında herkesin, her ailenin, biraz kendi doktoru olması gerekir.

Sorulması gereken soru şudur? Mutsuzluğumun nedeni, karşılaştığım olumsuzluklar, kayıplar, başarısızlıklar mıdır? Yoksa hiçbir neden olmadığı halde mi depresyondayım?

İkinci halde uzman yardımına ihtiyacınız vardır.

Birinci halde... İnsan olmaya yeniden hoş geldiniz.

Cumartesi: Türk Psikiyatri Derneği’ne göre depresyon nedir?

29 Ağustos 2017 Salı

Depresyonda iseniz normalsiniz

(Cumartesi günü yayımlanan yazımın devamıdır)

Depresyonla ilgili, Eski Yunan’dan beri bilinen bir gerçek var.*

Bu 2.500 yıllık gerçek, “nedeni olan” ve “olmayan” diye iki çeşit depresyon olduğudur.

Tabii o zaman ve yakın zamana gelinceye kadar yüzyıllar boyunca, depresyon kelimesi kullanılmıyordu, ama basitleştirmek adına bunu unutalım ve “çöküntü” anlamına gelen depresyon kelimesini kullanalım.

“Nedeni olan” ; dış etkenler karşısından insanın duyduğu hüzün, üzüntüdür, acı, ıstırap, kasvet, keder, kahır, yeistir ve benzer duygulardır.

Bu ruh halleri, normal çalışan bir beynin olumsuz gelişmeler, gerçekleşmeyen beklentiler ve kayıp karşısında verdiği tepkidir.

Üniversiteye giriş sınavında başarısız olan öğrenci, eşiyle mutsuz olan kişi, çocuğunu kaybeden anne baba, iflas eden tüccar, işten çıkarılan orta yaşlı adam, yaşlanmaya başladığı için iş teklifi almayan manken, eşi tutuklu olan kadın, üzüntü içindedir.

Bu mutsuzluk veya yeis normaldir - beynin sağlıklı bir biçimde çalışmakta, duruma normal tepki vermekte olduğunu gösterir.

Normal olmayan, kayıp veya herhangi bir başka neden olmadan meydana gelen hüzün veya psikiyatrideki adıyla, klinik depresyon veya majör depresif epizod’dur.

Bu hüzün, beynin normal fonksiyonunu yerine getirmeyi başaramadığını, bir sorunu olduğuna işaret eder.

Hayatın normal akışından kaynaklanan, insan olmanın bir sonucu, “nedeni olan” depresyonun üç özelliği var:

- Her zaman, insanın uğradığı bir kaybın sonucu olarak ortaya çıkması.

- Kayba verilen tepkinin, kabaca, kaybın niteliği ile orantılı olması. Örneğin bir dersten bütünlemeye kalan üniversite öğrencisinin hissettiği çöküntü, sınıfta kalan öğrencinin çöküntüsünden daha hafiftir ve daha az sürecektir. Aynen sevgilisinden ayrılan ile sevdiğini toprağa veren kişilerin içine düştükleri çöküntünün farklı olması gibi.

- Belirtilerin, hüzün veren durum devam ettiği sürece devam etmesi. Durum düzeldiğinde sona ermesi. Zamanın geçmesiyle ortadan kaybolması.

“Nedeni olmayan,” hastalık olan depresyon, nedeni olan depresyondan gece ve gündüz kadar farklıdır.

İçe işleyen yoğunluktadır, muazzamdır, kol kanat kırıcıdır ve - en önemlisi - kişinin hayatında o an meydana gelen veya gelmeyen herhangi bir durumla bağlantılı değildir. Ne kadar süreceği belli değildir. Ve tekerrür eder.

İkisinin de belirtileri aynı olduğu için, nedeni olan ve olmayan depresyonu sadece belirtilere bakarak ayırt etmek mümkün değildir. Çerçeveye, depresyonu hangi koşulların doğurduğuna bakmak gerekir.

Nedeni belli olmayan depresyonun farkı, hangi bağlamda ortaya çıktığının muamma oluşudur. Adı üstünde, nedeni belli değildir. Arandığında, kişinin yaşamında depresyonu tetikleyecek herhangi bir üzüntü veya kayıpla ilgili bir olay bulunamaz.

Tersine, bazı kişilerin terfi ettikten veya önemli bir ödül kazandıktan sonra depresyon krizine girdiği bilinmektedir.

Bu tür depresyonlar kişinin hayatında ne olup bittiğinden bağımsız, başlar, sürer ve sona erer.

Konuya bu şekilde baktığımız zaman basitmiş gibi görünüyor:

- Nedeni olan depresyon, insanlık hâllerinden doğar ve er veya geç ortadan kaybolur. Ne doktora gerek vardır ne de ilaca.

Nedeni belli olmayan depresyon geçmez. İyi bir psikolog veya psikiyatristin yardımıyla onunla beraber yaşamayı öğrenmek gerekir.

Durum yüzyıllar boyunca bu kadar basitti. Sonra psikiyatri ve ilaç endüstrisi devreye girdi ve kâr saiki ile insanlığın çocukluk devirlerinden beri bildiği bir şeyi unutturdu: Mutsuzluğu hastalık yaptı.

PERŞEMBE. PSİKİYATRİ VE İLAÇ ENDÜSTRİSİ NORMAL ÜZÜNTÜYÜ NASIL “HASTALIK” HALİNE GETİRDİ

* The Loss of Sadness: How Psychiatry Transformed Normal Sorrow into Depressive Disorder ürnün sonu: Psikiyatri Nasıl Normal Üzüntüyü Depresyon Bozukluğuna Dödürdü /

Allan V. Horwitz, Jerome C. Wakefield

Bu yazıdaki bilgilerin çoğu, bir klasik olan bu kitaptan alınmıştır. Konuyla ilgilenen ve İngilizce bilen herkese şiddetle tavsiye ederim.

26 Ağustos 2017 Cumartesi

Çatlak: Neden psikiyatri faydadan çok zarar veriyor

Psikiyatrik rahatsızlıklar ve bunları “tedavi” etmek için kullanılan ilaçlar, Amerika’nın dünyaya yaptığı en büyük ihracattır.

Ve aynı zamanda yaptığı en büyük kötülüklerden biri.

Nedenini az sonra yazacağım.

Önce psikiyatrinin tıptaki konumunu belirlemek istiyorum:

Psikiyatri; tıbbın en ilkel, bilimle bağlantısı en zayıf olan dalıdır.*

Psikiyatrinin; konusuna giren ruhsal bozuklukların nedenlerini kavrayışı iptidaidir. Daha açık bir anlatımla, bu rahatsızlıklara nelerin sebep olduğunu ve rahatsızlıkların kesin tedavisinin ne olduğunu bilmemektedir.

Bilmediği için de çoğu zaman bilimsel olmayan açıklamalara sığınmaktadır.

Bunların başında “kimyasal dengesizlik” savı gelir.

Eğer ruhsal bir şikâyetle bir psikiyatra giderseniz, büyük bir olasılıkla “beyninizdeki kimyasallarda bir dengesizlik meydana geldi,” diyecek, bu “dengesizliği tedavi etmek için” bir ilaç yazacaktır.

Ama, gerçekte ruhsal şikâyetlerin beyindeki şu veya bu kimyasal veya hormonun dengesini kaybetmesi, azalması veya çoğalması sonucunda meydana geldiğini kanıtlayan hiçbir bilimsel kanıt yoktur.

Bu konuda sayısız araştırma yapılmasına rağmen ruhsal rahatsızlıktan şikâyet eden hiç kimsenin beyninde, kimyasal veya başka bir dengesizlik bulunmamıştır.

Psikiyatr size, anlattığınız semptomlara göre bir “teşhis” koyacaktır.

Bunu yaparken de Amerikan Psikiyatri Birliği tarafından hazırlanmış bir el kitabına başvuracaktır. Bu kitabın adı Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal Elkitabı’dır.

Amerika bu kitap aracılığıyla psikiyatrların kataloge ettiği psikiyatrik bozukluk hikâyesini birçok ülkeye ihraç etmekte, ilaç endüstrisine milyar dolarlık pazar sağlamaktadır.

Bu kitap, bir kelimesi dahi değiştirilmeden Hekimler Yayın Birliği tarafından Türkçeye de çevrildi ve Türk psikiyatri mesleğinin kutsal kitabı haline geldi. Bu hastalık emperyalizmi sayesinde Amerikalılar için “bozukluk” olan hâller otomatik olarak Türkler için de “bozukluk” oluverdi.

Aynı durum başka birçok ülke için de geçerlidir.

Kısa adı DSM olan bu kitap ruhsal hastalıklardan değil, bozukluklardan bahsediyor; çünkü Amerikan Psikiyatri Birliği iddia ettiği bozuklukların, birkaçı hariç, hastalık olmadığını pekâlâ biliyor.

Bu “bozukluklara” neyin veya nelerin sebep olduğu tamamıyla meçhuldür. Yani bunlar hastalık veya bozukluk mudur, yoksa özellikle depresyon vakalarının neredeyse tamamında olduğu gibi, normal insanlık hallerinin hastalık addedilmesi midir, konusu tartışmaya açıktır.

Mesela: İşten atıldığımda hissettiğim ruhsal çöküntü, hastalık veya “bozukluk” mu? Beni ilaç almak mı iyileştirir yoksa başka bir iş bulmak mı?

Ruhsal şikâyetlere neden olan mekanik, fiziksel ve biyokimyasal fonksiyonlardaki bozuklukların (eğer böyle bozukluklar varsa) ne oldukları bilinmiyor.

Nitekim DSM-IV “Majör Depresif Bozukluk için tanı koydurucu olan herhangi bir laboratuvar bulgusu henüz bulunamamıştır,” diyerek bunu itiraf etmektedir.

Bu itiraf, kitapta bulunan hemen hemen bütün bozuklar için geçerlidir.

(Otizm, şizofreni, “nedeni belli olmayan depresyon” gibi az sayıda hastalık bunların dışındadır.)

Buna rağmen Amerikalı psikiyatrların listelediği bozuklukların sayısı çığ gibi büyüyor. 1952’de 106 olan bozukluk sayısı, 2013’te DSM-V’in piyasaya sürülmesi ile 374’e çıktı.

Nasıl oluyor bu?

Cevap çok basit. Amerikan Psikiyatri Birliği, birkaç yılda bir komite toplayıp nörobiyolojik bir açıklama olup olmamasına bakmadan, hastalık uydurmaktadır. Evet, uydurmaktadır.

Amerikan Sağlık Bakanlığı’na bağlı Ulusal Akıl Sağlığı Enstitüsü (NIMH)’nün değerlendirmesine göre bu tespitler bilimsel değildir, sübjektiftir.

Sübjektif “nesnelerin gerçeğine değil kişinin duygu, düşünce ve sezgilerine dayanan, kişiye göre ve kişisel olan,” anlamına gelmektedir.

Umursamadan, Amerikan Psikiyatri Birliği normal insanlık hallerinin tamamını, yavaş yavaş psikolojik bozukluk tanımına sokmaya devam ediyor.

Depresyon, yas, utangaçlık gibi normal insanlık halleri artık “ruhsal bozukluktur.”

Sevdiğiniz birinin ölümüne tuttuğunuz yas, üç haftadan uzun sürerse depresyonda olabilirsiniz ve depresyon tedavisi görmelisiniz, yani ilaca bağlanmalısınız.

Okuma Bozukluğu, Matematik Bozukluğu, Yazılı Anlatım Bozukluğu da tedavi gerektiren “ruhsal bozukluklardır.”

Bu “bozuklukları” düzeltmek için reçete edilen ilaçların etkinliği, bu bozuklukların varlığı kadar tartışmalıdır.

Bu ilaçlar, hemen hemen her halde, reçete edildikleri hastalıkları kalıcı olarak iyileştirmemektedir.

Tersine, uzun vade kullanılmaları halinde, çok olumsuz etkiler yapabileceklerine dair birçok araştırma vardır.

İlaçlar, beynin fonksiyonunu, bugün bile tam olarak bilinmeyen şekillerde değiştirmekte, akli aktivitenin bir parçası olan fiziksel ve duygusal fonksiyonları azaltmaktadır.

Ruhsal bozukluklardaki kitabî artış ve bu hastalıklarda kullanılan ilaçların salgın haline gelmesinin arkasındaki itici güç, ilaç endüstrisidir.

İlaç şirketleri bu ilaçlardan milyarlarca dolar kazanmakta, bu geliri artırmak için devasa miktarda paralar harcamaktadırlar.

Özellikle Amerika’da, birçok psikiyatrın cebine şu veya bu şekilde para koymakta, reklamlar ve yönlendirilmiş medya haberleriyle halkı, bürokrasiyi ve hükümetleri etkilemektedirler.

İlaç şirketlerinin reklam ve promosyon bütçeleri, araştırma bütçelerinden büyüktür.


* * *

* Psikiyatrinin bilimsel temelinin sakatlığı konusunda Milliyet’te çalışırken birçok yazı yazmıştım.

** Konuya yeniden dönmeme iki şey neden oldu: Birincisi, yeni okuduğum, daha önce yazdıklarımın doğruluğunu teyit eden ve o günden bu yana hiçbir şeyin değişmediğini anlatan bir kitaptır.

Kendini ve ailesini psikiyatrinin verebileceği zararlardan korumak isteyen herkese tavsiye ederim.

Maalesef Türkçesi olmayan bu kapsamlı kitabı umarım bir yayınevi çevirip bastırır.

İkincisi ve belki daha da etkili olan, aldığı haplardan dolayı “birisi boğazlasa” umurunda olmayacağını yazan bir gencin mektubudur. Uzunca olan mektubu, yazan gencin kimliğini, isteği üzerine gizlemek amacıyla kısalttım. Bu yazının altında okuyabilirsiniz

* * *

* Bu konuda daha önce yazdığım yazılar ve bunlara tepkileri şu sitede bulabilirsiniz: https://dikkatsiz.blogspot.com.cy

**James Davies/ Cracked Why Psychiatry is Doing More Harm Than Good /( Çatlak: ÇATLAK: Neden Psikiyatri Faydadan Çok Zarar Veriyor)

"GENÇ BİR İLAÇ KULLANICISININ HİKAYESİ: “AKLIMIN KIRINTILARINI TOPLUYORUM”

Yazının bu bölümünde yayınlanan mektup yazarının isteği üzerine silinmiştir.

22 Ağustos 2017 Salı

Su şişesi ile dolaşanlara bir yazı

Elinde su şişesi ile dolaşan insanlar çağında yaşıyoruz.

Doğru bir iş yaptıklarından emin, gözleri ışıldayarak “Günde en az iki buçuk litre su içerim” diyen birçok arkadaşım var.

Acıkmadıklarında yemezler. Uykuları gelmeyince uyumazlar. Bir yere gitmek istemediklerinde arabalarına binmezler. Kaşınmadıklarında kaşımazlar.

Ama susamadıkları halde su içerler.

Bunun nedeni, susamadığı halde su içmenin sağlığa faydalı olduğu inancıdır.

Bu inanç neye dayanıyor?

Acaba herkesin bilip de benim bilmediğim bir şey mi var diye internette küçük bir araştırma yapayım dedim.

Kısa sürede küçük araştırma, büyük bir araştırma oldu.

Sonuç; günde şu veya bu kadar litre su içilmesi gerektiğine dair bilimsel bir araştırma olmadığıdır.

Buna karşılık internette, bu konuda, Türkçe ve İngilizce sayısız bilgi var.

Hemen hemen hepsi aynı kaynağa dayanarak aynı tavsiyede bulunuyor. (Kaynak gösterdiklerinde, tabii.)

Bu kaynak The Institute of Medicine (İlaç Enstitüsü), isimli bir Amerikan kuruluşudur.

Bu kuruluşun uluslararası bir standart oluşturmuşa benzeyen tavsiyesi, yetişkin bir erkeğin günde 3 litre (~13 bardak), yetişkin bir kadının 2,2 litre (~9 bardak) su içmesidir.

Dünyaca ünlü Mayo Clinic bile bu kuruluşa atıfta bulunmaktadır.

Sorun şu ki The Institute of Medicine adlı bir kuruluş yok.

The Institute of Medicine, bir süre önce The National Academies of Sciences, Engineering, and Medicine (Ulusal Bilim, Mühendislik ve İlaç Akademileri) adlı bir özel sektör kuruluşuna katıldı.

Bu yeni kuruluş, zaman zaman yiyecek ve beslenme konularında raporlar yayımlıyor. Sağlıklı yaşam için gerekli su, tuz ve potasyum miktarları konusunda tavsiyelerde bulunuyor. Kuruluş bir raporunda * tuz ve potasyum konusunda çok sayıda araştırma olmasına rağmen ne kadar su içilmesi gerektiğine dair yeterli araştırma olmadığını söylüyor.

Bu nedenle, alınması gereken su miktarını kesin olarak belirlemek ve bir öneride bulunmak mümkün değildir, diyor.

Ama “genel” bir tavsiyede bulunulabilir, diye ekliyor.

Bu tavsiye, kadınlar için 2,7 litre, erkekler için 3,7 litrenin “yeterli bir miktar,” teşkil ettiğidir. Ama bu toplam, şişeden içilmesi gereken su değildir. Tüketilen bütün içecekler ve yiyeceklerdeki su, bu miktara dahildir. (Örneğin, meyve, meyve suyu, çay kahve, yemekteki su.)

Ekliyor: Sağlıklı kişilerin neredeyse tamamı susadıklarında su içerek su ihtiyaçlarını yeterli bir biçimde karşılar.

Kuruluş “tavsiye”sinin bir “panel” tarafından alındığını, bilimsel bir temeli olmadığını itiraf ediyor.

Çünkü böyle bir temel yok.

Çünkü herhangi bir kişinin ne kadar suya gereksinim duyduğu araştırma gerektirmeyecek kadar açıktır: Susadığında aldığı sıvı kadar.

Özetle, su tüketimi konusundaki gerçek şudur:

Sağlıklı kişiler susadıklarında su içerek su ihtiyaçlarını yeterli bir biçimde karşılar.

Normal koşullar altında vücut, sıvı dengesini kendiliğinden mükemmelen korur. Terleyerek su kaybederseniz vücudunuz size susama duygusu verir. Su içersiniz. Eğer susadığınızdan fazla su içerseniz vücudunuz bunu idrar yoluyla dışarı atar. Vücudun dışarı atma yeteneğini aşan miktardan fazla su alınması halinde kandaki sodyum oranı seyrelir. Hücreler kandaki suyu çekmeye başlar ve bu da hücrelerin kabarmasına neden olur. Bu, Hyponatremia denen ve ender hallerde öldürücü olabilecek bir rahatsızlığa neden olabilir.

*

Modern hayat, doğru olduğuna milyonların hatta milyarların inandığı doğru olmayan şeylerle doludur.

Günde şu kadar veya bu kadar miktar su içilmesine dair tavsiyeler, bu doğru olmayan şeylerden sadece biridir.

* Tamamını okumak için tıklayın...