METİN MÜNİR
Her sene Avrupa ’da 165 milyon kişi, yani Avrupa Birliği nüfusunun neredeyse yüzde 40’ı, ruhsal bozukluk yaşar.
Bu rakam, Almanya ’nın Heidelberg kentinde toplanan, “Akıl Hastalıklarına Anlam Vermeye Çalışmak ” * isimli toplantıda, Dresden Teknik Üniversitesi profesörlerinden Hans-Ulrich Wittchen tarafından açıklandı.
Buna göre ruhsal bozukluklar arasında en sık rastlanan anksietedir. Anksiete, günlük hayat olayları karşısında duyulan aşırı kaygı, endişe veya vesvesedir.
Avrupalıların yüzde on dördü bu dertten mustarip.
Ardından uykusuzluk, depresyon, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu ve demans (bunama) geliyor.
Ruhsal bozukluk bu kadar yaygınsa neden Avrupa oturup kalkmıyor? Nüfusunun yüzde kırkı kanser veya verem veya AİDS olsa herhalde olağanüstü durum ilan edilirdi.
Ama nüfusun yüzde 40’ı ruh hastası dendiğinde kimsenin kılı bile kıpırdamadı.
Bence bunun nedeni çok basit. Ruh hastasıdır denilen insanların büyük bir çoğunluğu hasta değil sadece, hayatın çekilmez hale gelmesinden acı, üzüntü, sıkıntı çekiyor.
Dünyayı el birliği ile yaşanamaz hale getirdik. Yaşamak; erkek kadın, çocuk büyük, evli bekâr, genç yaşlı birçok insan için zorlaştı, yük haline geldi, tatsızlaştı. Bunun insanların ruh hallerinde yaptığı olumsuz yansımanın adını ruhsal bozukluk koyarsanız sağlam insan bulmak zor olur.
Bozuk olan ruh değil hayattır. Ekonomik ve sosyal düzendir. Parçalanan aile, kötü okullar, hapishane benzeri işyerleri, dengesi altüst edilmiş doğadır.
Ruhumuz aynadır. Bu aynada insan cinsi olarak dünyaya ve hemcinslerimize yaptıklarımızın aksini görüyoruz. Ve bu bizi “hasta” ediyor.
Hasta etmiyor aslında. Mutsuz ediyor. Başa çıkamayacağımız korkusuyla dolduruyor. Yetersiz olduğunuz şüphesi yaratıyor. Endişelendiriyor. Aklımızı karıştırıyor.
Okuduğum psikiyatri kitaplarından birinde panik atak nedeniyle psikiyatriste giden bir kadın anlatılıyordu. Kadının işine gitmesi için köprüyü geçmesi gerekiyordu.Sabahleyin uyanıp bu yolculuk aklına geldiği andan itibaren içi çöküyordu. Evden büyük bir isteksizlikle çıkıp arabasına biniyordu. Köprü trafiğine yaklaştıkça içi daralıyor, bazen arabayı kenara çekip beklemek zorunda kalıyordu.
Psikiyatrist kadına “panik atak” teşhisi koydu ve bir ilaç yazdı.
Kadının iyileşip iyileşmediği kitapta yoktu. Ama iyileşmediğine garanti verebilirim. Kadın hasta değildi ki iyileşsin. Sadece, günde iki defa tahammül etmesi gereken olağanüstü tatsız bir deneyime doğal bir tepki veriyordu.
İnsan, yedi milyar başka insanla yaşamak üzere dizayn edilmedi. Dev metropoller, mesai haline gelen hayatlar, kesintisiz stres, rekabet ve alışveriş için de.
Olmamamız gereken yerlerde, yaşamamamız gereken hayatlara mahkûmiyetin adıdır ruh hastalıklarının hemen hemen hepsi.
Konferansta dile getiren bir başka gerçek ruhsal bozuklukların neden meydana geldiğinin bilinmezliğini koruduğudur. Dökülen bunca araştırma parasına rağmen psikolojik bozuklukların biyolojik kaynağı hâlâ meçhul.
Arayacaklar arayacaklar ama beyinde, hastalık dedikleri bu hallerin pınarlarını ve yollarını bulamayacaklar. Bulamayacaklar çünkü insan olmak bir beyin hastalığı değildir.
*Konferansla ilgili bilgi ve videoya alınmış bazı konuşmalar için: http://www.embo.org/science-policy/science-society/conferences/2011.html